LAİSİZM VE DİNİN SOSYAL BOYUTU


626 Görüntüleme

16. yüzyılda kilise ve bilim insanları arasında çıkan hakikat tartışmalarıyla dinin sosyal hayat üzerindeki hegemonyasına müdahale edebilmek için güçlerin uzmanlık alanlarında ayrışma yaşandı. Buna özel hayatın dünyevileşmesi de diyebiliriz. Ya da terminolojik olarak laiklik sistem inşa edildi demek de mümkündür.

 

Laiklikle beraber dini inanç, sosyal boyutu pasifize edilerek sadece ruh ile ilgili metafizik bir alana yerleştirilip, kamusal alanda hiçbir pratiği olmayan, bireysel ritüelistik bir konuma getirildi. Hâlbuki dini yaşamı olmazsa olmaz kabul edenler için dinin sosyal, kültürel, ekonomik vb. pek çok boyutu vardı ve din sadece ibadetlerle alakalı kaldığında yani bir nevi protokole dönüştüğünde sosyal işlevleri iptal olmak zorunda kaldı.

 

Dini ritüellerin, sosyal boyutta icra edildikçe toplum içerisinde ne derece önemli bir etkileşim sağladığı aşikârdır. Semavi dinler donuk ve şeklî unsurlara sarılmaktan ibaret olgular değildir. Bilakis hayatın her bölümüne dokunan tamamlanmış birer inanç sistemidir. Din, ruhani vasıflarla donanıp hayatın içinde hakikati arama çabasıdır. Sosyalliği zayıf insanların hayallere, efsanelere dayalı, evrene enerji gönderip sinyallerle hayat aramak suretiyle kendi hakikatlerini kendi içinde anlamlandırmaya çalışmalarından ibaret olup, sadece zihinlerde yaşayan dinler de mevcuttur. Ama semavi dinler hayatın içinde olan dinlerdir. Yani aslında semavi dinler öncelikli olarak kamusal alanda varlığını gösterebilen, kamusal işlevi olan ve din olabilme tekâmülüne erişmiş inanç sistemleridir. Zekâtı, ticareti, adaleti, zulmü açıklayan bir sistem nasıl sadece özel hayata ve ibadetlere sıkıştırılabilir ki?

 

DEVLETLER ZAMANLA DİN OLUR

 

Seküler devletler her ne kadar “inancımız yok” dese de bir inançtan uzak kalmaları mümkün değildir. Ya topyekûn bir inancı yaşamlarına bütünleştirirler ya da zamanla bir inancın ta kendisi olurlar. Çünkü bir yerde hukukun oluşması için orada ahlak olması şarttır. Ahlak da ancak ulvi değerler çerçevesinde şekillenir. Hukuk aslında ahlaktır. Nitekim toplumdaki ahlaksızlıklar da hukukla belirlenir. Mesela trafikte kırmızı ışıkta geçmek hukuken ahlaksızlıktır. Cezası da 314 TL’dir. Hız limitini %50’den fazla aşma ahlaksızlığı ise daha büyük bir felaket oluşturacağı düşünüldüğü için 1340 TL'dir. Cinayet, terörizm gibi büyük ahlak suçlarına ise ağır ceza mahkemeleri bakar ve bu suçlara ciddi hapis cezalarıyla karşılık verilir.

 

Hukuk ahlaktır. Ahlak da din sayesinde şekillenir. Misal eşcinselliğin bir cezasının olup olmadığı ancak o toplumun ahlaki değerleri ile tespit edilir. O zaman devletler kurulma aşamasında bir inanç belirleyecek, sonra da bu davranışın o inancın ahlâkı olup olmadığına karar verecektir. Bu da zaten bir inanca mensubiyetin göstergesidir.

 

Başlangıçta seküler hayatı önerenler “Her insan mensup olduğu dinin ibadetini yapma özgürlüğüne sahiptir, inancında bağımsızdır.” derken, zamanla sekülerizm dinini oluşturmaya başlarlar. Laiklik tercihi bir kararlar ürünüdür ve kararların üstünlüğü de kabul edilmiştir. Yani insan aklının, meseleleri Allah’ın ezeli aklından daha iyi tasavvur edebileceği, insanın kendi meselelerini daha doğru ihata edebileceği kanaatine varılıp bir kısım insanın diğer insanlar adına koyduğu kurallara uyma zorunluluğu bir özgürlük olarak görülürken, yarattığı kullarını herkesten daha iyi tanıyan yaratıcının toplumsal kuralları insanlara bir dayatma aracı olarak yansıtılmıştır. Kurallara uyanlar için her halükarda birileri kural koyacaktır. Önemli olan kuralları kimin koyacağını belirlemektir.

 

En başta laikliğin membaı olan Fransa’da olduğu gibi, laik sistemlere geçen bütün ülkelerde kamusal alana hükmeden laik kesim, güçler ayrılığından ve özgürlükten bahsederken zamanla özel hayata bile müdahaleye yönelmiştir. Laikler tarafından bizzat Fransa’da laiklik çiğnenmiş, farklı kimliklere ve inançlara mensup kişilere “hani laiktik” denilecek boyutta zulüm ve ayrımcılık yapılmıştır. Üstelik bu baskılar yalnız bir hedefe odaklanmış vaziyette gerçekleştirilmemiştir. Avrupa’daki hem Müslüman, hem Yahudi, hem de Hıristiyanlar zaman zaman bu baskılara maruz kalmışlardır. Çok basit bir örnek verecek olursak, 2016 yılında Cannes plajında yaşanan bir olayda inancından dolayı haşema ile denize giren bir kişiye 38 Euro ceza kesilmiştir. 

 

Sekülerlik zamanla inançlara baskı yapar hale gelmiştir. Hüküm koymaya başlayan ideolojiler zamanla siyasi realitelerini Tanrının makamında görmeye başlamışlardır. Koydukları birçok kuralı mukaddes sırlar, toplumsal menfaatler, çok özel kurallarmış gibi asla değiştirilemeyeceğini garanti edecek şekilde kayıt altına almaktadırlar. Hâlbuki insan fiziki dünyada var olduğu gibi aynı zamanda metafizik dünyada da vardır. Ama sekülerizm başka âlemlere ilgi duymadığı için insanın ontolojik yapısında daraltma yapar. Devletlerin fiziki âlemin gücünü elinde bulundurmaları, zamanla onları Malik ve Kahhar olmak için çabalamaya sevk etmektedir. “Madem sosyal hayatın kurallarını ben koyuyorum ve insanlar benim kurallarımda yaşamaya başladılar, madem ben onlara hayat sunuyorum, o halde kurallarımı beğenmeyenler çekip gitsinler” tarzında ölümü ve hayatı kendilerinin bahşettiğini ifade etmektedirler. “Bizle yaşarsa hayat bulur bizi terk eder ise ölür” diye düşünmektedirler. İktidarları altındaki insanları tehdit edip kendilerini de rızık veren ve hayat bahşeden olarak görmektedirler. Hâlbuki sistemi o zulmettikleri insanlarla beraber kurmuşlardı. Ama zamanla yaptıklarından mesul tutulamaz bir hale geldiler. Değil Avrupa’nın Laik devletleri, Kore, Çin, Hindistan gibi devletler dahi halkının elbise ve tıraşlarına bile müdahale edecek kadar kendilerince Tanrılaşmaya başlamışlardır. Çünkü kurulan sistem “hayat bahşetmektedir”. Sırf kendi iktidarları sağlama alınsın diye masum insanları göz bile kırpmadan öldürebilme çaresizliğine ulaşmışlardır. Amerika’nın yaptığı katliamlar asla kendi hukuklarında suç ve ahlaksızlık değildir. Devletin metafizik boyutu olmadığından duygularla işi olmamaktadır. Makineleşmiş kurumlar, yaptıklarını siyaset olarak görmektedirler.

 

Bir de dinin aktif olmadığı seküler toplumlarda sema ile ilgili bağlantı, kıyamet, mahşer, ahiret ve hesap vermek olmadığı için seküler yaşamın etik kuralları sadece hukuk boyutunda olmuştur. Bu da onları sosyal ahlaksızlığa itmiştir. Seküler ülkelerin en büyük sorunları nesilleridir. Ahlaksız yetişen nesildir. Kişinin bireysel olarak ahlak ilkesine sahip olması önemli değildir. Zira bireysel ahlak ölçütlerini biz koyduğumuz için kendimiz hesabımıza uymadığında kuralları değiştirebiliriz. Ama asıl olan herkes için ortak ahlaki normlara dikkat etmektir. Din nedir denilirse diyebiliriz ki bunun büyük bir boyutu ahlaktır. Çocuklarımız dinden uzak yaşadıkça başımıza bela olacaktır. Hatta eşcinsel olmalarının yasa ile cinsel bir özgürlük haline gelmesiyle birlikte yarın inançlı insanların “gelinim” diye tanıştırdıkları erkekler bile olacaktır.  Bu şimdilik bize komik gelmektedir. Sadece aklın inşa ettiği Roma İmparatorluğu ve Antik Yunan, Pompeo ve Lut kavminin yani iki eşcinsel şehrin helak olduğu yerlerdir.

 

Seküler yapıların kutsallık alanı eleştirilince devletler, politikalarını bir intikam politikasına bile dönüştürebilirler. Tanrılaşmış bir insan olarak kendisinden korkulmasını bekler, zamanla da eleştirilemez hale gelirler. Allah’ı rol model olarak kullandıkları hükümranlık sevdasını ancak zorbalıkları güçlendirebilir. Artık halk kendilerine hayat veren egemen sitemi eleştiremeyecek ve sorgulamadan itaat edecektir. Çünkü devletler, firavunların “Öldüren ve dirilten benim!” demelerine benzer olarak, “Benim aşım sayesinde hayattasın”, “Benim kurduğum sistem sana özgürlük vermekte”, “Sizler benim kullarımsınız”, “Falanca olmasa idi yaşadığınız bu özgür bu hayat olmazdı”, “Şu kadar yılda bu kadar özgür insan yarattık!”, gibi devamlı kendi tebaasından olanlara hayat bahşettiklerini iddia eden ifadeler kullanmakta ve bu söylemlere pozitif yönde karşılık bulmaktadırlar.

 

Dünyanın cezbetmek üzere oluşmuş bir büyüsü vardır. Sekülerleşme önünde dünya büyüsünü çözen tek şey dindir. Büyü aslında gerçeğe çok yakın gibi görünen ama gerçek olmayan bir kandırmacadır. Dinler, sosyal etkileri iptal edildiği ve devamlı kötü örneklerle “İşte inanç sahipleri böyledir” gibi söylemlerle hedef alındığı için özgün büyüyü yok etme özelliğinden mahrum bırakılmış ve böylece devletler de büyü temelli bir dine dönüştürülmüştür.

 

Laik sistemler ayrıca bu baskı düzenini yer yer siyasi söylemlerle vatana duyulan sevgi, fedakârlık, iyi bir vatandaş olma isteği, hamiyetperverlik, hamaset gibi güçlü duygularla ve çeşitli vatandaşlık hizmetleriyle perçinlemeye çalışmaktadırlar. Bu şekilde halkın desteğini alarak, sisteme yönelik potansiyel tehlike olarak gördükleri kesimlere karşı -ki bu kesimlerin başında genellikle dini gruplar gelmektedir- kendilerini garanti altına almaktadırlar.

Büyüklerin dediği gibi “Nerede düşmanlık varsa orada siyasetle ilgili bir mesele vardır.”

 

Velhasıl dünyadaki laiklik sistemi aslında sosyal hayat ve dini yaşamın ayrılması düşüncesiyle başlamışken, zamanla bu sisteme dâhil olan ülkelerin halkları üzerinde hak iddia etmeleri ile metafizik alanlarına bırakılan semavi din müntesiplerinin dini ritüellerine müdahale etmeyi dahi sorumluluk olarak gören bir sisteme doğru evrilmiştir.

 

İnsanlar ya hakikaten laik kalmayı seçecekler ve güçlerin ayrılığı ilkesi oluşacak ki bu hukukun oluşması için inanca ihtiyaç vardır ve bu nedenle sanki imkânsızdır ya da dünyada kul iradesine bağlı idare sistemlerini terk ederek Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman din devletleri kuracaklardır. İnsanoğlu, dinsiz bir devlet ideali uğrunda ne kadar çaba sarf ederse etsin, asla dinden uzak bir devlet kuramayacaktır. En son ihtimal, kurdukları devlet o kişilerin dini olacaktır.

Yazar

Fikret Şanlıbaba

0 Yorum:

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlendi *