Yükleniyor
Yükleniyor
Her doğum gününde aynı şeyi hissediyorum. Sanki hayatlarımız aynı yazar tarafından yazılan ama konusu bir diğerine benzemeyen bir kitap gibi. Biz o kitabın neresindeyiz, kaçıncı sayfasındayız hiç bilmeden yaşıyoruz. Her yaş aldığım gün buruk bir sevinçle bir bölümü tamamlamış gibi hissediyorum. Heyecanla, bazen de iştahsızca bir diğer bölüme geçiyorum. Bir takvim misali her yeni gün koparıyoruz yapraklarını. Ardında kaç yaprak kaldı bilmeden bir hışımla koparıyoruz o sayfaları. O yaprakların bazılarını hafızamızda kitapların arasında kurutmak, saklamak isterken, bazılarını ise anımsamak bile istemiyoruz. Sanırım büyümek sancılı bir şey.
Benim için özel yazılmış olan kitabın ilk bölümlerinde geçen çocukluğum dedem, babaannem gibi büyüklerimin yanında geçti. Onların hikayeleriyle, nasihatleriyle, öğreti ve dualarıyla geçmesi, üzülerek gözlemlediğim şimdinin çocuklarıyla kıyaslayınca bir şanstı. Dedem alim, bilgin bir insandı. Sınırsız bilgi birikimi olan, oturduğu her alanda çevresinde kitapları olan, herkesin bilgi almak için danıştığı, her konuda mutlaka anlatacak birikimi olan şahsiyetti. Onun o bilgi birikimine hayranlığım daha o ilk bölümde başladı. Bilginin insana verdiği gücü, o ihtişamı kendi kendime o yaşlarda gözlemlemek ileri yaşlarda en büyük kazanımım oldu. Arkadaşları olan sosyal bir çocuktum, sanırım bilginin gücüne inanmışlığımdan kimse kitaplarım kadar yakın arkadaşım haline gelemedi. Zaman kavramının önemini aklımın kenarında saklamalarımda kitabın ilk kısımlarında oluşmaya başlayan şeyler arasında. Sokağa, gücümün yetersiz kaldığı minderleri taşıyarak evcilik oynadığım arkadaşım, sırf sevinsin diye ona çamurdan pasta yapardım. Üzerine harfleri tam bilmememe rağmen baş harfini bile yapardım. Üzerini rengarenk çiçeklerle süslerdim. “Gözlerini kapat, süprizzz” diyerek pastamı gösterince, onun o umursamaz hallerini görünce ellerimde en az benim kadar şaşkın olan pastaya değilde, o arkadaşıma verdiğim boş emeğe, ona kullandığım zamana üzülürdüm. Bunun gibi gece uykuya dalmadan bir posta ağlayacak mutlaka bir şeyim olurdu. Gece aklımda kurardım, göz yaşlarımla yastığımın ıslanmasına sebep olan ne varsa bana yapılan, çalınan zamanımın hesabını sormak için güne başlardım. Onların özenle taradığı bebeğinin sarı saçlarını keserdim, topunu patlatırdım, göz bebeği bisikletinin kablolarını koparırdım gibi. Sonuç olarak zaman önemliydi. Bunu değersiz kılan, değersizleştiren herkes bir bedel ödemeliydi. O huyum biraz devam ediyor ama konumuz bu değil şu an. Kitap okurdum istediğim gibi bitmeyince, bana kazanım elde ettirmeyince yine boşa zaman harcadığımı düşünürdüm. Zamanla anladım yanlış kitaplar okuya okuya doğru kitapların değerini, yanlış insanlar tanıya tanıya da doğru insanların kıymetini daha iyi anlamam gerektiğini. Meğer büyümek için yanlış kitaplarda okumalıymışım, yanlış insanlarla da tanış olmalıymışım. Benim için yazılan kitabın ilerleyen bölümlerinde sağlık sorunlarıyla yüzleşince öğrendim, sağlıktan daha önemli hiçbir şey olmadığını. Kendi kendine desteksiz yürüyebilmek, kendi kendine giyinebilmek, kendi yemeğini kendin yiyebilmek gibi bizlerin basit olarak gördüğü, sanki Yaradan’ ın her insana vermek zorunda gibi gördüğüm her detay büyük nimetmiş bunlarla yüzleşmeden farkına varmalıymışım. Önceden ne ilginç sevinmek için bayramı beklerdim. Ama sağlığımın yerinde olduğu her gün, bana armağan edilmiş bir bayram günüymüş. Her günümü elimde olmayanları düşünerek değilde, biraz da elimde olan milyonlarca çıkarsızca verilmiş nimete karşı farkındalıklarla şükran ve minnetle geçirmeliymişim. Yaşım çok olmaya başladığı ilk gün öğrendim insanların yarı yolda bırakabilme ihtimalini. “O bunu yapmaz “ gibi iddialı sözlerden kaçınmam gerektiğini, insanların her an şaşırtabileceğini. Daha önce hiçbir kitapta okumamıştım, bazı şeyleri yaşayarak tecrübe etmem gerekliymiş. Ailemden, canımdan parçalar eksildikçe tamamlanamazmışım. Onlar puzzlenın kaybolan parçası gibi. Yerlerine neyi koymaya çalışsam daha uyumsuz hale getirir, elime yüzüme bulaştırırmışım. Bazı puzzlelların kaybolan parçaları ancak cennette tamamlanırmış. Doğum günü pastasını hevesle üflediğim zamanlardı, ben hep akşam yemek masasında herkesin tabağı tam olacak sanırdım. Eksilen su bardaklarının masaya bir daha hiç konmamak üzere rafa kaldırılacağı ihtimali hiç aklıma gelmezdi ki. Garantisiz bir yaşamda neye güvenerek böyle düşünürdüm bilmiyorum. Ama gün gelir o tabaklar da, bardaklarda bir bir eksilebilirmiş. Yanından geçerken korkup kafamı çevirdiğim mezarlığa, kendi irademle, korkusuzca sık sık gidebileceğim büyüdüğümde hedeflerim arasında değildi mesela. Bayramlarda, doğum günlerinde, bir şey başardığında, bir üzüntü yaşadığında acı veya tatlı bir şeyleri paylaşmak için mezarlığa gitmek zorunda olmayan insanları kıskanabileceğimi hiç zannetmezdim. Benim böyle bir kıskançlık huyum yoktu ki. “Keşke söyleseydim, keşke yapsaydım, keşke olsaydım, keşke...” ile başlayan her cümlenin faydasızlığındaki kabullenişi mezar taşıyla bakışırken anlamakta da gecikmedim. Çocukken yumurta yiyince, süt içince boyumun uzayacağını söylerlerdi. Ölçtüklerinde de hep bir rakam fazla söylerlerdi, nasıl inanır da sevinçten göğe zıplardım. Söylemediler ki nereden bileyim sadece yumurta, süt değilmiş insanı büyüten, acıda insanı büyütürmüş. Tek günde istemediği kadar büyüyebilirmiş insan. Sadece içindeki kalsiyum oranı acıymış o kadar. Benim için yazılan kitabın ilk bölümünde Şebnem Ferah değildim ama benimde sil baştan başlamalarım çok oldu. Boyumu aşan ve hiç kolay olmayan uzun yıllar sonra gecikmeli kabullenişle günlüğüme yazıp, göz yaşlarımın suladığı cümle şuydu “Allah hiç bilmediğim, çalışmadığım, tecrübe etmediğim konularla da imtihan edebilirmiş. Sen her şeye hazır olmasın Ayşegül”. Yaşa, başa, boya, posa bakmayan ani vedalar öğretti ki, hiç bitmeyecek gibi yaşadığım bu hayatın bir de diğer yüzünü sık sık anımsamalıyım. Yanımda benimle gelecek olan azığımın orada, ortaya çıkarabilecek düzeyde zengin olması için çalışmalıyım. En akıllı yatırım kaynağı olan manevi doluluk oranını kontrol etmeliyim, tartmalıyım onu. Kimsem kalmadı dediğim, her çöküşte benimle olan, varlığını hissettiğim tek varlığa sevgimi ispatlamalıyım.
İp atlarken düşerdim, bisikletten düşerdim, ağaçtan düşerdim. Ben sık sık düşerdim. Bazen elbisem yırtılır, dizim kanardı. Düştüğüme mi ağlayım, yırtılan elbiseme mi ağlayım, kanayan dizime mi ağlayım diye düşünürken bir hışımla kalkar inatla yürümeyi tercih ederdim. Hayat dediğimiz şey de sanırım tam olarak bu. İniş çıkışlarıyla ünlenmiş bir dünyada düşmelerimiz illaki olacak. Önemli olan bir yolunu bulup kalkabilmekte. Kimsenin senin elini tutup kaldırmasını beklemeden kalkabilmekte. Çünkü hayat senin ne düştüğünle ilgileniyor, ne dizinin kanamasıyla, ne sevdiğin elbisenin yırtılmasıyla. O sadece akıp gidiyor, yakalayabilene. Tercih bizlerin, ya oturup yaralarımızın başından ayrılmayacağız ya da kanayan yaraları silip ne kadar yürüyebilirsek yürümeye devam edeceğiz.
Bugün kitabımın bir bölümünü tamamlayıp, yeni bir bölümüne geçerken son olarak şunları söylemek istiyorum; Hani yazar diyor ya "Bugünkü aklım olsaydı, dün yaptıklarımı yapmazdım. Ama dün yaptıklarımı yapmasaydım, bugünkü aklım olmazdı." diye. Üzerime yüklenen beni bu yaşıma getiren acı tatlı ne varsa her şeyi yaşamam gerekliymiş. Böylelikle ardında bana bıraktığı öğretiler ışığında başka bölümlere daha az sancılı geçebilirmişim. Meğer onlar bugünlere hazırlıkmış. Zaman çok değerli güzel insanlar. Onun tek kullanımlık olduğunu unutmadan, herkese hunharca verilebilecek bir şey olmadığını, daha anlamlı şekilde geçirmem gerektiğini bunun da hayatımın en önemli şifresi olduğunu artık çok daha iyi biliyorum. Başladığım her yeni günü şükürle taçlandırmam gerektiğini, elimde olanlara odaklanarak yaş almam gerektiğini, daha az ”keşke” lerim olması için mücadele etmem gerektiğini de biliyorum. İçimdeki enerjim kıymetli onu kin, nefret, kıskançlık gibi kötü duygular yerine sevgiden yana kullanmam gerektiğini biliyor, sevginin de paylaşarak çoğaldığına inanıyorum. Yetimin, mazlumun duasını almanın sevincini daha sık yaşamam gerektiğini, düşen birini yerden kaldırmayı, iyilikleri her yaşımda daha da çoğaltarak ilerlemem gerektiğini bu bölümde daha iyi biliyorum. Sizlerle bu kadar şey paylaştıktan sonra sakın ha çok büyüdüğümü falan düşünmeyin. Ben yine bu yaşımda da elinden pamuk şekeri alınınca, uçan balonunun ipi parmaklarının arasından gökyüzüne sıvışınca, şerbeti akan elma şekerini tam ısıracakken yere düşürünce, zar zor aldırdığı kırmızı papuçlarının üzerine arkadaşları basınca gözleri dolan, canı acıyan kız çocuğuyum. Sadece sevinmek için bayramı, pasta üflemek için ise doğum günlerini beklemelerim çok geride kaldı o kadarcık. Artık bu bölümde sevdiğim insanlarla sağlığımın ve huzurumun yerinde olduğu her günüm kutlanmaya değer. Nice sizli yıllar.
0 Yorum:
Yorum Bırakın