Karantinadan Notlar: Merhaba Dünya


10594 Görüntüleme

Kendimize gelelim ve “Merhaba Dünya” diyelim. İnsanlar birbirleriyle karşılaştıklarında ya da ilk tanışma esnasında derler ya hani. İşte öyle bir merhaba bu merhaba. Yeniden tanımlayalım kendimizi ve etrafımızı. Hep ertelediğimiz gerçekleri gün yüzüne çıkaralım ve şu soruları kendimize soralım.

Kendimizle yüzleştik mi?

Hatalarımızı fark ettik mi?

Kıymet bildik mi?

Öğreniyor muyuz yeni bir şeyler?

Günümüz dünyasında bilgi bombardımanına tutulduğumuz bir gerçek. Ancak bu bilgilerin doğruluğu konusunda bir filtreleme yapmamız gerekliliği daha can alıcı bir gerçek. Bilgiye sahip olmak, bilginin arkasındaki hikmeti görmemizi engelleyen bir perde olmamalı. Deniz kenarındaki taşlarla oyuna dalıp uçsuz bucaksız dalgalara kör olunmamalı. Bu yaşananlara vesile olan virüs insan eliyle laboratuvarda mı oluşturuldu yoksa yarasalardan mı geçti? Günün sonunda ne fark eder? Her halükarda olan olay Allah’ın ilmi ve bilgisi dahilindedir. O’nun bilgisi ve izni olmaksızın bir yaprak dahi kıpırdayamaz. O zaman bizim için ders almamız gereken konular var demektir.

Dünya çapında yaşadığımız bu olay bir musibet. Hastalananlar, vefat edenler var. Evet normal hayat akışı içerisinde belki trafik kazalarında bile daha fazla can kaybı oluyordu ancak burada daha farklı bir durum söz konusu. Satranç tahtasında hamle yapmak istersin ancak taşını hareket ettirirsen başka bir taşını feda etme riski ile karşı karşıya kalırsın ya. İşte öyle bir şey. Herkes olabildiğince kendi kabuğuna çekildi. Sevdiklerine hastalığı bulaştırma korkusu ile anne, baba, akrabalar, komşular ve arkadaşlar birbirleriyle görüşemez oldu. Mimikleri belli olmayan maskeli insanlar olarak dışarı çıkıyoruz.

Hep söylenen bir şey var “Dünya artık eskisi gibi olmayacak.”

Ne zaman eskisi gibi oldu ki?

Zaman içerisinde, insan onurunu merkeze koymayan tüm bilim & teknolojik gelişmeler bizlerden bir şeyler eksiltmedi mi? Doğanın dengesini bozduk, ürünlerin genetiğini bozduk, psikolojilerimizi bozduk. Yaratılışı bozduk. Şeytanlaştık. Ve bunları yaparken hep istekli olan, talep eden bizler olduk. İçi daha beyaz görünen ekmek istediğimiz için un fabrikasının una beyazlatıcı katkı maddesi koymasını önemsemedik.

Günün yorgunluğunu atma bahanesiyle akşam kurulduğumuz koltuklarımızda aile kurumunu bozan dizileri, yarışmaları izledik. Büyülendik. Adam karısının yemeğini beğenmez oldu, kadın ise kocasının arabasını… Emek vermeden, alın teri dökmeden her şeye zahmetsizce ulaşılabileceğini düşünen nesiller oluştu.

Bugün bir virüsü konuşuyoruz. Muhtemelen süreç içerisinde başka başka musibetler konuşulacak. Bir düşman var ve o düşman tüm silahlarıyla ademoğluna saldırıyor. Kim bu düşman?

Hani Allah’ın emrine bile karşı gelerek Hz. Adem’e secde etmeyen, yaratılışı (genetiği) bozmayı vadeden, insana türlü türlü fitnelerle vesveselerle her yönden saldırmaya and içmiş azılı bir düşman.

Adı iblis.

Nefislerimizdeki zaafları da kullanarak üzerimizde hüküm sürmeye, bizi Allah’ı anmaktan ve her türlü ibadetten alıkoymaya çalışan bir varlık. Bizden nefret ediyor. İnsana unutturmak istediği yegane şey, Allah’ın insana yüklemiş olduğu halifelik makamı ile göklerde ve yerde ne varsa hepsinin insanın hizmetinde olduğu gerçeğidir. İnsanı ümitsiz, mutsuz, çaresiz, değersiz ve işe yaramaz bir fazlalık gibi hissettirmeye çalışıyor. 500 milyon insandan fazlasına ne gerek var değil mi? Çünkü robotlar daha hatasız iş üretiyor.

Ey insan, makine de sana hizmet için yaratıldı, bilgisayarda kullandığın yazılımlar da. Uçaklar, denizaltılar, telefonlar, uydular ve dahi çamaşırlarını yıkayan makineler… Sen bunlardan değersiz olabilir misin hiç? Kendine gel. Özüne dön ve sana verilen kıymeti anla. Rabbin sana ruhundan üfledi. O seni çok seviyor ve sana çok değer veriyor.

Allah insanları farklı dillerde farklı renklerde yarattı. Tanışalım istedi. İblis ve onun şeytanlaşmış insanlardan ve cinlerden oluşan orduları ise dilleri ve renkleri yok etme peşinde. Kızıl renkli insanları (Kızılderili) yok etmediler mi? Dinimizi, kültürümüzü, bizi biz yapan tüm farklılıklarımızı hiçbir zaman olmadığı kadar koruma altına almamız gereken bir zamanındayız. Kapitalizmin yeterince tahrip ettiği bu değerler daha farklı tehditler altında şimdi. Bizlerden belki de 25-30 yıl daha ileri teknolojiye sahip karanlık güçler durmayacak. Keramet ve mucize süsü verilmiş teknolojik aldatmacalarla inançlarımızı manipüle etmeye çalışacaklar. Şöyle düşünün. Bundan 30 sene önce cep telefonları yoktu. Şu an cep telefonları ile yapılanlar o zamanlar için keramet gibi değil de nedir? Bu nedenle gizli teknolojilerin bizi etkisi altına almasına müsaade etmeyecek bir duruşumuz, fiiliyatımız ve duamız olmalı.

Peki nasıl bir duruşumuz olmalı?

Dünyadaki bu değişim rüzgarını iyi okumalı ve korkmamalıyız. Her şeyi iyi ya da kötü amaçla kullanmak mümkün. Bıçakla adam da öldürülebilir, kurban da kesilebilir. Fiiliyatın muhteviyatını değiştiren yegane unsur niyettir. Bizler bu süreçte değişimden korkmak ve ümitsizliğe kapılmak yerine, bu değişimi kendi lehimize nasıl çeviririz, bunu düşünmeliyiz. Duruşumuz bu olmalı.

Bu süreçte fiiliyatımız nasıl olmalı?

Fosil yakıtların yerini alan yeni enerji modelleri, online eğitimler, bitcoin, insanlara takılması düşünülen çipler, rüya ve düşüncelerin bazı konulara yoğunlaştırılması ve algı yönetimi yapılması… Bu konularda en acil yapılması gereken fiiliyat, bu değişimlerin analiz edilerek post modern bir fıkıh birikimi oluşturmak. Örneğin füzyon enerjisi kullanmak caiz mi, bitcoin kullanırken hangi durumlarda faize düşme riski bulunur gibi konularda açıklık getirilmesi gerekmektedir. Birey, toplum ve ülke olarak Allah’ın çizdiği hudutlar çerçevesinde değişime yön veren bir medeniyet olmalıyız. Bu musibet sürecinde kuvvetli bir tevekkül ve sabır ile hakkı ayakta tutanlardan olmalıyız.

Musibetler nefsin hoşlanmadığı şeylerdir. Nefsin bunlara karşı gösterdiği tepki, ibadet etmeye ve günahlardan sakınmaya karşı tepkiden de daha şiddetlidir. Bu yüzden, musibet insan için en ağır imtihandır. Ona karşı sabretmenin sevabı da en çok olan sevaptır. (İmam Gazali – Dinde Kırk Prensip / syf. 370)

Âişe radıyallahu anhâ’dan rivâyet edildiğine göre, kendisi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e tâun hastalığını sormuş, o da şöyle buyurmuştur:

“Tâun hastalığı, Allah Teâlâ’nın dilediği kimseleri kendisiyle cezalandırdığı bir çeşit azaptı. Allah onu mü’minler için rahmet kıldı. Bu sebeple tâuna yakalanmış bir kul, başına gelene sabrederek ve ecrini Allah’tan bekleyerek bulunduğu yerde ikâmete devam eder ve başına ancak Allah ne takdir etmişse onun geleceğini bilirse, kendisine şehit sevabı verilir.” (Buhârî, Tıb 31; Ayrıca bk. Buhârî, Enbiyâ 54; Kader 15; Müslim, Selâm 92-95)

Bu süreçte duamız nasıl olmalı?

Bizden önceki gelmiş olan müminleri bağışlaması ve hiçbir mümine karşı içimizde zerre kadar kin bırakmaması noktasında rabbimize yakarmalıyız. Birlik olmalıyız. Bunun için önce birey olarak kendimizdeki hataları ve zaafları tespit etmeli, pişmanlık duyarak tevbe etmeli ve daha iyi bir insan olmak için metodlar araştırmalı ve uygulamalıyız. Bu süreç, en yakınlarımızdan devam ederek tüm toplumun ahlaki inşaası ile devam etmelidir. Tüm bu süreçlerde, fiili dua ile kalbi dua eş zamanlı ilerlemeli.

“Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir!” (İbrahim 7)

Allah’tan hikmet talep etmeliyiz. Bize verilen bunca nimetin şükrünü ifa edemediğimiz bir gerçek. Peki şükür, Allah’ın bize vermiş olduğu nimetler karşısında lafzi olarak sadece “şükürler olsun” demekten mi ibaret? Bu işin hikmeti nedir?

Şükür, geçici dünya hayatımızda Allah’ın, bizim kullanımımıza sunduğu nimetlerin (emanetlerin) gerçek sahibinin Allah olduğunu ikrar etmek ve O’nun rızasına uygun olarak kullanmak ile olur. Malın şükrü ihtiyaç sahiplerine yardım etmek, ilmin şükrü bilgiyi insanların yararına kullanmak ve yaymak, sağlığın şükrü insanlara hizmet etmek ve Allah’a kulluk etmektir.

Cebindeki parayla, kapında duran arabayla bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacını görmediysen eğer, Allah onu senin elinden almasını bilir. İlmini paylaşmazsan eğer, Allah o ilmi sana unutturabilir. Allah hiç bir şeye muhtaç değildir.

Ümitvar olalım.

Farkına varalım birbirimizin. Allah’ın yarattığı canlı cansız her şeye saygı duyalım. Sağlığın, zamanın ve sevdiklerimizin kıymetini bilelim.

Tekrar tanışalım kendimizle, insanlarla ve dünyayla. Tekrar tanışalım ve “merhaba” diyelim içten ve yürekten bir sevgiyle…

Yazar

Mustafa Hamurcu

0 Yorum:

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlendi *