ACI AKILLI İNSANLARIN HOCASIDIR


676 Görüntüleme

Türk toplumunda "Beterin beteri var" düşüncesi kendimizi rahatlatmak için hep işe yaramıştır. Çocukken bile ailelerimiz istediğimiz bir şeyi almayınca "bak falancalara haline şükür et" algısıyla büyütüldük. Bu düşünce kendimizi rahatlatma açısından hayatımızın bir çok noktasında ön plandadır. Bu bende bu güne kadar işe yaramıştı fakat artık hem ülkemizin geçirmekte olduğu şu zorlu günler, hem kişisel boyumuzu aşan huzursuzluklar karşısında bu bile işe yaramaz oldu. Çünkü herkes bizim yaşadıklarımıza uzaktan bakıp kendi hayatına şükür eder oldu.  Ayın altısından beri gece gündüz Kayserimiz haftalarca sallandı. Taş olsa çatlar dedikleri psikolojik anlamda insanlar artık endişe, korku, geleceğin belirsizliğinden  çatlamak üzere tıpkı haftalardır sallanan binalarımızın duvarları gibi kalbimiz . Eskiden haberlerde "falanca şehirde deprem olmuş" haberini duyunca "hımm öyle mi olmuş" der hayatıma bakardım. Habere olan ilgim 10 sn. Kadardı çünkü onu yaşayan ben değildim. Meğer o öyle olmuyormuş. Hani “Acı, bir saati on saat yapar “ der ya Shakespeare, aynen öyle oldu. En kısa ay olarak bildiğimiz şubat en uzun ay oldu çıktı, sanki yıllar sürdü. Haftalardır gerçekleşen sarsıntılar sebebiyle burada bir çok semtte insanlar artık sokaklarda, çadırlarda, sosyal tesislerde yatıyor. Milyonluk evleri olanlar değil, artık çadırı olanlar şanslı. İnsanlar çocuklarını çadırdan gönderiyor. İşlerine çadırdan gidiyor. Yine de en sağlam evlerden çadır hepimize daha güvenli geliyor. Herkes kendi yaşadığı kederleri tam anlamıyla anlayabilir. Farklı farklı şehirlerde yaşayan arkadaşlarımla iletişim kurarken de artık zorlanmalar yaşıyorum. Geçen bir arkadaşım dedi ki "konsere giriyorum dostum kapatmam lazım telefonu" deprem sarsıntılarıyla haftalardır sallanan, gözleri avizenin kıpırtısında olan ben  kendi kendime  "bakar mısın onlar orada konsere gidebiliyorlar". Başka arkadaşım "şimdi banyoya giriyorum kuzum cildime tonik yapıp bekleteceğim, saç bakım yağı uygulayacağım geç çıkarım" yazmış. Haftalardır depreme banyoda yakalanmamak için dakikaları hızla kullanan, bildiği tüm duaları okuyan ben mesajdaki ultra lüks rahatlığa baka kaldım. Bir diğeri "alarm kurdum uyanamasam sabah uyandır" yazmış. İrileşen gözlerimle baktım alarmla kurduğu saat arasında tam tamına 6 saat var. Sabaha kadar elli sefer uyanan montu, anahtarları baş ucumda hazırda bekleyen ben deliksiz uyuyabilen insanların karşısında  şaşkınım... Başka bir arkadaşım "Dün o kadar güzel bir yemek yedim ki keşke olsaydın dedi" düşündüm en son ne zaman bir yemekten bu kadar haz alabildiğimi. Son dönemlerde ne yesem hastane yemeği gibi çok tuzsuz, hep tatsız. Yediğin yemek, içtiğin su, aldığın nefes her şey ağız tadıyla, huzurla mümkün. Ben bir şey yaşarken herkes böyle zannediyorum. O nedenle başka hayatları uzaktan seyrederken uğraştıkları meseleleri, gündemleri, dert ettikleri şeyler bende şaşkınlık hissi oluşturuyor. Sammuel Johnson der ki “Acı çekmeyenler, başkalarının acı çekebileceğini akıllarına bile getirmezler “  Ülkenin bir tarafı acıyla kıvranır, hala etkilerini korkuyla yaşarken diğer tarafta bunların hiç birini hissetmeyen insanların birbirleriyle olan kavgaları, didişmelerini gözlemlemek acı veriyor. Bu kadar basit şeyler üzerinde zaman harcıyor olmak artık tuhaf geliyor. 
Düşünüyorum daha bir ay öncesine kadar bende onlar gibiydim. Meğer basit gördüğüm her şey başlı başına birer nimetmiş. Yediğin yemekten keyif almak, gece korkusuzca sabah uyanabileceğini kestirmek, gün boyu hiç sarsılmamak, sıcak evinde oturabilmek, endişesiz duş alabilmek, sosyal hayata ayak uydurabilmek, yaşamdan keyif alabilmek, gelecek adına planlar yapabilmek bunlar hepimizin gözünde yaşamsal basit gibi görünen, özünde koca şeylermiş aslında. Başa gelince anlaşılıyor bunların bizleri hayata bağlayan en büyük nimetler olduğu. İnsan dünyaya gelir bir şeyler yaşar ve eskisi gibi olmaz. Hayatın neşesi kaçar.
İsmet Özel ne güzel der;“Dünyaya gelmek, bir saldırıya uğramaktır. Yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir.“ Ardı kesilmeyen depremler, beraberinde sel felaketleri, bunun yanında kişisel problemlerimiz, ileride tek gününü bile hatırlamak istemediğimiz savaşıyor gibi yaşadığımız şu kötü günler ani vedalara, acı sonlara şahit olmak bizlere defalarca kez sürekli şikayet ettiğimiz içinde bulunduğumuz hayatı meğer ne çok sevdiğimizi hatırlatıyor. Bir nimet elimizden alınana kadar onun ne kadar kıymetli olduğunu idrak edemeyen insanlarız. Farkındaysanız şikayet ettiğimiz şeyler bile haftalar içinde değişti. Bugün geldiğimiz noktada geçmişte şikayet ettiğimiz her şeyi özlüyoruz. Ölümle burun buruna geldiğimiz ana kadar bu dünyayı bu kadar sevdiğimizi bilmiyorduk. Zaten yaşamayı sevmeseydik, su içerken nefes borumuza kaçan sudan korkmazdık. Denizde yüzerken boğazımıza tıkanan sudan endişe etmezdik, olan gücümüzle toparlanmaya çalışmazdık. Şikayet etsekte, isyan etsekte  içten içe seviyoruz yaşamayı. Bugünler bizlere her şeyi ne kadar anlamlandırdığımızın hızlı şekilde bilincine vardırıyor. “Acı akıllı insanların hocasıdır “ bizleri olgunlaştıran, farkındalık oluşturan, göremediklerimizi gösteren bir hocadır.

Gözümüzde büyüttüğümüz şu dünya;

Yazın, bin bir emekle sayısız çeşitte kış yiyeceğini hazırlayıp, kış gelmeden veda edilen yerdir. Burası bizi göremeyeceğimiz kış için telaşa sokan dünyadır. İncir çekirdeğini doldurmayacak sorunları kafamızda büyük problem haline getirip, özünde bir hiç olduğunu en sonunda öğrenilen yerdir. Ertesi gün pişirmek üzere tezgahın üzerine ıslatılan nohutların, daha nohutlar ıslanmadan veda edilen yerdir. Kalan yemekleri yarın ısıtmak üzere, yiyeceğimizden emin şekilde buzdolabına kaldırılan, ısıtmaya zaman olunamayan yerdir. Akşam özenle ütülediğimiz gömleği yarın giyeceğimizden emin olduğumuz yerdir. Günde özenle üç kez sildiğimiz, aldığımız eşya kırıldı diye surat astığımız evi bırakıp gidilen yerdir. Aman koltuklarına bir şey olmasın, aman çizilmesin diye uğruna adaklar adanan arabaların ardına bakmadan bırakılıp gidilen yerdir. Erteleyip 15 dk. Sonra konuşalım dediğin insanla bir daha hiç konuşma şansının olmadığı yerdir. 
Özel günlerde giyerim diye beklettiğimiz, hiç kıyamadığımız kıyafetleri giyinmeye vakit bulamadan veda ettiğimiz yerdir. Okuduğumuz kitabın arasına yarın devam edeceğimizden emin ayraç koyup, kitabın iki kapağını bir daha açamadığımız yerdir. Hatalarımızdan hep yarın tövbe ederim diyerek, tövbe etmeye zaman bulunamayan yerdir. Yarın başlarım dediğimiz ibadetleri hiç başlamadan defteri kapatılan yerdir. Sonra alırım dediğimiz helallikleri hiç alamadan gidilen yerdir. İpek takımdan başka kıyafet giyemeyenlerin yolun sonunda aynı kıyafeti giyeceği, evin metre karesiyle övünenlerin,  “dar alanda yapamam “ diyenlerin  korkularının üzerine gidilip aynı yere defnedileceği yerdir.
 Burası dünya burada sadece ve sadece toprağın altına götürebildiklerimize yatırım yapmış olanların kazanacağı yerdir.
Burası dünya, burada her şey yarım kalır... 

 

Yazar

Ayşegül Emre

0 Yorum:

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlendi *