UYANIŞ


823 Görüntüleme

Farklı inanışlar ve diğer mezheplerle birlikte dünyada binlerce din olduğu kabul ediliyor. Her inanışın kendi içinde incelenecek milyon tane detayı vardır. Herkes aklı ve kalbi doğrultusunda inandığı için konu hakkında yorum yapma işi bizimle çok ilgili değil. Dilerim doğru yolda kavuşuruz. Bu dinlere bütünsel anlamda baktığımda gördüğüm ortak şey insanın aciz bir varlık olması. Kendinden daha yüce makam olarak gördüğünden istek, dilek ve dualarla ondan medet umarak yardım istemesi olayı. Bizde binlerce inanış arasından Müslümanlıkla şereflenmiş insanlar olarak isteklerimizi yaratıcımız olan Allah’ tan isteriz. Ondan sınırsız isteme hakkımız olmasından çok hoşnutum. Bir çocuğun en yakın canı bildiği ailesidir ötesi yoktur. Onlar bile çocuğunu markete götürdüğünde veya aylık ödüllendirmelerde en fazla üç şey isteme hakkı verirler. Bu anlamda ailemizden ve kainatta ki herkesten daha da yakın Allah’ tan sınırsız isteyebilme konforu beni çok mutlu ediyor. En yakın arkadaşına bir derdini anlatırsın. Seni bir hafta dinler, iki hafta dinler belirli bir süre sonunda bezdiğini sezeriz. Milyon defa da anlatsan yaratıcımız neden geldin, niye geldin, yine sen mi geldin demiyor. Anlatacaklarımızı daha konuşmadan bilen, sonuca bağlayacak olan tek mertebe. Ondan isterken en başta kendimizden başlarız. Kendi sağlımızın, huzurumuzun ve dahasının yerinde olması için istekte bulunuruz. Kendi mutluluğumuz bir yere kadar yeterli gelir. Belirli süre sonucunda çok sevdiğimiz bir insanın huzursuzlukla, sağlığıyla veya herhangi bir şeyle imtihan olmasını gözlemlerken en az kendimizin başına gelmiş gibi ıstırap çekeriz. O zaman anlarız ki tek bizim huzurumuzun yerinde olmasının yetersizliğini. Bizimle birlikte tüm sevdiklerimizin refahı mümkün olursa bizde huzurlu olabiliriz. Bir süre sonra kendimiz, çok sevdiklerimiz de yetersiz gelmeye başlar. İşte biz şu son haftalarda tam da şahit olduklarımızla bu durumu yaşıyoruz. Biz iyiyiz, çok sevdiğimiz yakınlarımızda iyi ama yine yetersiziz. Çok yetersiziz. Haftalardır haksız yere sınırsız acı çeken din kardeşlerimizin acısına şahit olmak canımızı yakmakta. Binlerce masum ağzı süt kokan bebeği kanlar içinde izlemek, uzuvlarını kaybeden ve yapacak hiçbir şeyleri olmayan çaresiz olan insanları izlemek, sadece izlemek karşısında duyarsız kalabilmek ne mümkün. Bizlerin keyfinin yerinde olması ne anlam ifade ediyor ki? Gurur duyulası Türk insanını diğer ırklardan ayıran en temel özellikte burada başlıyor. Kimin acıyan yeri varsa bizler de onlarla kanarız. Bizi alıp benzerimizi koyabilecek, bu hisleri bu kadar derinde yaşayan başka bir topluluk yok. Sınırsız dua hakkımızın büyük bir kısmını din kardeşlerimiz için kullandığımız günler içindeyiz. Böyle günlerin içinde ruhum çıkış ararken manevi duygular yaşamaya daha da ihtiyaç duyduğumu hissediyorum. Arkadaşlarımla bu konuları konuşurken biri dedi ki “cuma günleri sabah namazı buluşmaları var. Hep birlikte oraya katılalım, eminim iyi gelecektir. “ Gittiğim şehirlerde mutlaka sabah namazı atmosferini merak ederim ve elimden geldiğince tek seferde olsa katılırım. Bunu en son Bursa/ Ulu camide kılmıştım. Beni çok etkilemişti. Arkadaşlarım masa da plan yapıp konuşurken bunu gittiğim şehirlerde yapıp, bu yaşıma kadar doğup büyüdüğüm şehirde neden daha önce yapmadığımı sorguladım. Akşamında hızlı bir plan yaptığımızın sabahı tam da kararlaştırdığımız gibi herkes Kayseri şehir merkezinde , kapalı çarşısının yanında yer alan Cami-i Kebir olarak da anılan caminin önündeydi. Yapıldığı dönemde Kayseri'deki en büyük yapı olan, Selçukluların da Kayseri’deki ilk eseridir. Halk arasında da Ulu Cami olarak da bilinen bu cami değişik kaynaklarda H.530/M.1135 tarihinde, Danişmendli hükümdarı Melik Mehmet Gazi tarafından Kayseri’ye gelir gelmez bu mescidi yaptırmış. Cami hakkında okuduklarım da öğrenmiştim Melik Mehmet Gazi bu camiyi yaptırırken ustalarına kimseden yardım almamalarını, caminin tamamen kendi hayrı olacağını söylemiş. Hatta konuyla alakalı dilden dile dolaşan meşhur 7 tuğla hikayesi de vardır. Mahallesinde Cami yaptırıldığını gören yaşlı bir teyze “ben ne katkıda bulunurum? “ düşüncesiyle bir haftalık tarlada çalışma işçiliğine karşılık yedi tuğla alır. Bunu da getirir ustalara “evladım, bunu camimiz için hayır olarak getirdim“ deyince ustalar “teyze zahmet etmişsin. Allah razı olsun ama sultanın emri var yardım almıyoruz. “ deseler de yaşlı kadın pes etmez “yavrum bunu az mı buldunuz niye kabul etmiyorsunuz? “ diye ısrar eder. Ustabaşı, yaşlı kadının bu isteğini Melik Mehmet Gazi'nin emri olduğunu, halktan yardım kabul etmediğini yeniden hatırlatarak kabul etmez. Ertesi gün cami inşaatını gezmeye gelen Melik Mehmet Gazi, ustabaşını çağırarak gece sabaha kadar uyuyamadığını belirterek "Gece rüyama girdiler. ‘Allah sizin hayrınızı kabul etti. Ortağına da cennette bir köşk verdi.’ deyince telaşla uyandım. Siz kimden ne aldınız? diye sorar. Ustabaşı şaşkınlıkla olayı anlatması üzerine Melik Mehmet Gazi yaşlı kadının bulunmasını emreder. Şehre dağılan görevliler, uzun bir  araştırmadan sonra evinin önünde 7 adet tuğla bulunan yaşlı kadını alıp cami inşaatına getirirler. Yaşlı kadının elini öpen Melik Mehmet Gazi, "Anne, bizim kararımız seni üzmek değil. Biz halk fakir olduğu için, onların zorda kalmalarını önlemek için bağış kabul etmedik. Senin getirdiğin tuğlaları caminin en güzel yerine koyacağız" der ve tuğlalar uygun bir yere konulur. Ulu Cami'nin doğu bölümünde, kesme yonu taşlarıyla yapılan duvarın üstünde halen 7 adet tuğla vardır. Bu söylenceye kaynak olmuştur. Orada bulunan şeyhülislamlar “Allah o kadının ihlasla yapmış olduğu o katkıyı mescit yaptırmış gibi sevap vermiştir.“ diye yorumlamışlar. Peygamber Efendimizin bu konuda “Kim Allah için bir mescit yaparsa, Allah' ta onun için cennette bir köşk inşa eder.” Hadis-i Şerifi vardır. Bu manada bu caminin 7 tuğla hikayesi halk arasında anlatılır. Aynı zamanda Melik Mehmet Gazinin bu camiyi özveriyle kendi bütçesinden yaptırıp kimseden yardım almaması geleneği 9 asırlık mazisiyle devam ettirilmiş. Çok enderdir ki herhangi bir ihtiyaç için para toplanmamış. Caminin mesela halısı değişeceği zaman birisi “ hemen siz değiştirin maliyeti benden “ der. Gönüllü hayır, hasenat sahipleri sayesinde sıkıntı çekilmeden Caminin her ihtiyacı görülme özelliği asırlardır taşımakta. Camiye girerken daha önce hakkında edindiğim bu bilgiler aklımdan geçmeye çoktan başlamıştı. İçinde ki o ruhani hava çok geçmeden beni tesiri altına aldı. Yüzlerce insanın henüz gün doğmadan aynı kaygı için birleşmesi beni çok duygulandırdı. Yeni mimari yapılanmalardaki camilerde bunu çok hissedemiyorum. Her ne kadar ortaya şatafatlı eserler çıksa da yine eksik kalan, tamamlanmayan, o ruha inmeyen bir şeyler var. Abdestsiz bir tuğlayı diğer tuğlanın üzerine koymayan ecdadın ihlasıyla inşa edilen yapılarla elbet şimdinin yapılanmalarının bir farkı olacaktır. Orada geçirdiğim dakikalar sonucunda günlerdir huzursuz olan ruhumun üzerine su serpilmiş gibi ferahladığını derinden hissettim. Camiden çıktığımızda arkadaşlarımın da ben gibi olduklarını gözlemledim. Orada kıldığım namaz, din kardeşlerim için ettiğim dua çok özeldi. Kendi şehrimde geç keşfetmiştim bu duyguyu fakat hafızamda yeniden yaşamak istediklerim isimli dosya arasına kaydettim burasını. Tasavvufun her şeyden önce müthiş derecede felsefi akım olduğunu düşünüyorum. Bunu ilk yıllar önce cilt cilt mesnevi okumaya başlarken anlamıştım. Okumak biraz da böyle daha fazlasını istiyor. Mesnevi okumalarım, araştırmalarım beni merakıma yenilip kendimi Konya da Mesnevinin ulu yazarı Mevlana hz. onun yaşadığı şehir de bulmuştum kendimi. Onun yaşadığı şehri görmek fikri beni heyecanlandırmıştı. Gerçekleştirdiğim ziyaretler sonunda, kapıldığım duygular neticesinde orada yaşayan arkadaşlarıma büyük hayranlıkla demiştim ki “sizin yerinizde olsam da sık sık burayı ziyaret etsem. Siz ne sıklıkla geliyorsunuz? “ demiştim. Bulunan herkes en son ne zaman geldiğini hatırlamayacak kadar çok zaman geçirmiş olduklarının şaşkınlığını yaşamıştım. İstanbul’dan arkadaşlarım gelmişti. İlk ziyaret etmek istedikleri yer Mevlana hz. İlim, irfan ve evliyalık yolunda yükselmesi, yetişmesine rehberlik yapan hocası olan Seyyid Burhaneddin hz. Türbesiydi. Onlarda konumun büyüsüne kapılıp, benim Konya da ki arkadaşlarıma sorduğum gibi buraya ne sıklıkla ziyaret ettiğimi, yerimde olmak istediklerini söylediler. Bende aynı Konya da ki arkadaşlarım gibi en son ne zaman ziyaret ettiğimi düşündüm. Uzun zaman geçtiğiyle yüzleştim orada. Genel olarak düşündüğümde çıkardığım sonuçta sanırım biraz bulunduğumuz şehirlerdeki evliyalara nedense yabancıyız. Daha çok biraz uzağımızda olanları ziyaret etme arzusu taşıyoruz. Yüzleşmenin etkisiyle o günden sonra daha sık ziyaret etmeye başladım. Biri de işte bu sabah namazı sonrası yakalamış olduğum o manevi atmosfer bozulmadan gerçekleştirdim. Günün ilk ışıkları da burada doğdu. Kimsenin dokunmadığı şeyler hep değerlidir. Sabahın ilk saatlerini de bu nedenle çok seviyorum. İnsanların henüz dokunmadığı, kirletmediği o havayı tatma ayrıcalığı başka hissettiriyor. Evrenin yeniden doğuşuna yakından şahitlik etmek için günü sabah yürüyüşüyle devam ettirme kararı aldık. Güneş olabildiğince tüm gücüyle ışıldarken, pamuktan bir yastık hafifliği veren uçsuz bebek mavisi bulutların altında yürürken, evren tüm ihtişamıyla yeni bir doğuşa hazırken, tüm bunlar olurken ben diğer günler bunlardan habersiz nasıl uyuduğumu düşündüm. Uyurken kaçırdıklarımı düşündüm. Sanki kainat hazırlanmış altın tepside önüme sunulmuş. Zaman zaman yaşamaktan bıktığımız anlarda bile evren her gün yeniden doğmaktan bıkmıyor. Fark etmesek de her yeni gün yeni bir sayfa niteliğinde aynı enerjiyle önümüze açılıyor. Orada yürürken kayanın altındaki mor çiçekte gördüm; Çok istemesine rağmen yaşamı yakalamaya çalışıp da yakalayamayan tek canlı biz olmadığımızı. Çevresindeki sararan yapraklara inat tüm gayretiyle yeniden başlama arzusuyla sancılanan, zamansız açtığından habersiz, geç kalmışlığın üzerine sinen mahmurluğundan silkeleyip oda uyanmıştı uykusundan tıpkı ben gibi.

Yazar

Ayşegül Emre

0 Yorum:

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlendi *