Yükleniyor
Yükleniyor
Şimdi en son ne için ağladınız? Diye bir soru yöneltsem sebebi yüksek ihtimal; hayal kırıklıkları, keder, üzüntü, stres gibi etkenler kaynaklıdır. Birde aranızda sevinçten, mutluluktan ağlayan oldu mu? diye sorsam eminim bunun oranı oldukça düşüktür. Bende kendi hayatımı analiz edince mutluluktan ağladığıma dair bir hatıra söz konusu değil. Dilerim mutluluktan ağlamalarımız, üzüntüden ağlamalarımızı geçecek kadar çok olur. 2018 yılında tarifi çok mümkün olmayan, kalbimde hissettiğim duygu yoğunluğu sebebiyle ilk umremi gerçekleştirmiştim. Orada benzerine daha önce hiç hiç hiç şahit olmadığım hisler keşfetmiştim. Dünyanın gördüğümden çok başka yüzü daha olduğuyla orada tanışmıştım. Gittim geldim, geldiğimin ertesi günü özlem başladı. Bu hesapladığım bir his değildi. Üstüne üstlük hep kınadığım şeylerden bir tanesiydi; umre işini alışkanlık haline getirenler. Kendi kendime bunlar ne arıyorlar, bulamıyorlar da her sene her sene gidiyorlar diye söylenirdim. Tanımak amaçlı bir şehre gidersin ikinci kez gittiğinde aynı duyguyu, aynı heyecanı hissedebilmen ne mümkün. Zaten seni bekleyen her şeyi ilk gittiğinde gözlemlemişindir. Tekrar neden tercih edip gidesin ki? Güzel bir yemeği ilk keşfedişimiz bizde unutulmaz haz verir. İkinci kez yediğimizde ise artık ne ile karşılaşacağımızın vermiş olduğu his vardır. Bu düşünce tarzım umreyi yapana kadar hep bu şekildeydi. Mekke ve Medine’ yi görmek, içinde kısada olsa yaşamak bu düşünce tezimi adeta yıkıp alt üst etti. Geldiğim günden beri hayatımda ilk kez gördüğüm şehre yeniden gitmeyi arzulamaya başladım. İki kutlu şehrin yeniden nasip olması dualarımın başında yer almaya başladı. Buradan Paris’ e, Almanya’ ya veya herhangi bir ülkeye gitmek istesem çok uzun sürmez gerekli evrakları tamamlar gidebilirim. Mekke ve Medine için aynı şeyi iddia edebilmem mümkün değil çünkü oraya gidebilmek için maddi durumdan ziyade isminizin yaratıcı tarafından kutlu şehre çağrılanlar, davet edilenler listesine eklenmesi gerekiyor. Çağrılmadan her isteyenin gidemediği iki özel şehirdir. Şahitlik ettiğim maddi durumu üst seviyede olup yıllardır gidemeyen çok sayıda arkadaşım var. Geçtiğimiz aylarda artık bu hissettiğim özlem baş edilemez hal aldı. Düzenli tatile gidebilen, farklı şehirleri keşfedebilen bir insanım. Farklı yerler görmek, bulunduğun alanın dışına çıkmak duygusu bedensel anlamda insana sayısız kazanımlar elde ettiriyor. Bu inkar edilemez bir gerçek fakat son senelerde hissedilebilir derece kendimde gördüğüm, aradığım, hedeflediğim duygu ölçüsü bu değil. İstediğim bu değil. Şiddetli şekilde bedenimden ziyade ruhumun nefes alması, dinlenmesi, belirli dolgunluğa ulaşması ihtiyacı hissediyordum. Gittiğim yerlerde bedenimi bir şekilde dinlendiriyor, ruh açlığı çekiyordum. Ruhun beslenmesi, bedenin beslenmesinden çok daha önemlidir. Hissettiğim duygu yoğunluğunu kime ne kadar anlatabilirdim ki. İsteklerimi çözüme ulaştıracak olan, tek muhatabım olan Allah’ a dillendirmeye başladım. Onunla uzun uzun konuşmalar yaptım. Her konuşmanın sonunda “Allah’ ım ben bu özlemle baş edemiyorum. Ne olur bana bir çıkış yolu göster.” diye defalarca yalvardığımı biliyorum. Zaman geçtikçe rüyalarımda görmeye başladım, çok sık görmeye başladım. En son yine bir gece dört sularında, uykumdan uyandıracak kadar beni etkisi altına alan, kalbimi heyecandan hızlı atması sebebiyle gördüğüm rüyayla uyandım. Rüyanın etkisiyle, gece dörtte aldığım kararla dedim ben niyet alıyorum, gideceğim. Bekle ki sabah olsun. Sabah ilk görüştüğüm kişi uzun yıllar hac ve umre turları düzenlemekle tecrübe kazanmış, kutsal topraklarla insanlar arasındaki tecrübeli köprü konumunda Kıyam Turizm sayın Süleyman BORAZAN bey oldu. Kaygılarımdan ona bahsettiğimde ise “merak etme hoca hanım ben bu yolda ne kimseler, ne hikayelere şahit oldum. Siz niyet alın ve bekleyin” dedi. Hep inandığım şeydir; İstikrarlı dua imkansızın belini kırar. Paulo COELHO’ nun sevdiğim sözüdür; “Bir şeyi gerçekten istediğin zaman, arzunu gerçekleştirmeni sağlamak için bütün evren işbirliği yapar.“ Kalpten istedim, çok istedim... ve Allah kapılarını ardına kadar açtı. Öyle açtı ki hayretle izledim yaşadıklarımı. Evren işbirliği yaptı adeta. Yazımın en başında size sormuştum hiç sevinçten ağladınız mı? Diye ben hayatımda ilk kez bu vesile ile sevinçten ağladım. Bu ağlayışım düzenli gözünden tuzlu su akıtan biri olarak öncekilere benzemiyordu. Ne bileyim gördüğüm o rüyaların birebir gerçek olması, mutluluktan ayakların yerden kesilmesi, sevinç göz yaşları dökmek böyle şeyler hep uç nokta olarak gördüğüm hayal ürünü olarak filmlerde olur zannederdim. Geçmez dediğim haftalar, günler geldi ve geçti. Ben artık İslam'da ikinci en mukaddes yer sayılan şehir Medine de Peygamberimizin huzurundaydım... heyecandan kalbim titriyordu çünkü O buyurur ki; “Beni vefatımdan sonra ziyaret edenler, hayatımda ziyaret etmiş gibidir.” “Kim gönlünde beni ziyaretten başka bir düşünce olmaksızın, beni ziyarete gelirse, kıyamet günü ona şefaatçı olmak benim üzerimde bir hak olur.” Aylardır verdiğim iç savaş artık son bulmuştu. İçimdeki ateş yerini ferahlamaya bırakmıştı. Onunla aynı şehirde bulunmak, ayak bastığı topraklara ayak basmak, kokusunu hissetmek, aranda sayılı adımlar olacak kadar yakınında olma şerefine erişmek ah ne kadar kıymetli duygular. Medine gül kokan bir şehir. Şehre girer girmez derinlerinde yatan o kokuyu hissediyorsunuz. Bu sarsıcı koku Peygamberimizin kabri şerifine yaklaştıkça öylesine şiddetini artıyor ki... Adeta uçsuz bucaksız bir gül bahçesinin içinde gibi kokusu kucaklıyor insanı. Ne salavatlarla selamlamaya doyabiliyorsunuz, ne dualar etmeye, ne de hemen yanı başında bulunan sözlükte “tertemiz bahçe” anlamına gelen Ravza-ı Mutahhara, halk arasında “yeşil halı” olarak adlandırılan, Hz. Peygamber’ in hadisi şerifinde “Cennet Bahçeleri “ olarak müjdelediği mükafatı sayısız o yerde namaz kılmaya doyabiliyorsunuz... İnsanın kalbini yönetemediği, hislerini tarif edemediği anlarda oluyormuş... Medine’ de ilgimi çeken bir çok şey oldu. Bunlardan en önemlisi ise ilginç şekilde içine giren her insana sükunet, sakinlik aşılıyor olması. Defalarca kez şahit oldum en sabırsız insanlar bile bu şehirde kalpleri yumuşatıcıya basılmış gibi şekil değiştiriyor olması. Şehrin üzerinde sanki bir bulut var ve bu şehrin içine kim girse ona sakinlik, sükunet, huzur serpeliyor. Koca şehir dolusu insana Peygamber ahlakı sirayet ediyor. İlk gittiğimde ilk kaybolduğum yer Mescid-i Nebevi di. Kaybolmakta hakkım vardı öylesi bir mescit ki kırk bir tane giriş çıkışı bulunan, aynı anda bir milyona yakın kişi namaz kılabilecek genişlikte ve kalabalıkta uçsuz bucaksız bir ibadethane. Beni şaşırtan mescidin büyüklüğünden ziyade milyona yakın insanın aynı anda ibadet etmeye çalıştığı, mahşer kalabalığı türünde dili, rengi, mezhebi, bayrağı gibi bir çok noktada ayrı düşülen bir yerde hiç mi ses yükselmez! Bu mantığa aykırı, sıra dışı çünkü bir markette alışveriş sırasında, bir toplu taşıma aracında bile aynı dili konuştuğun, aynı ırkı paylaştığın, aynı bayrağın altında dalgalandığın insanlarla bile anlaşamazken buradaki bin bir çeşit insanın üzerine bahşedilen bu sakinlik, bu sükunet beni çok etkiledi. Hiç bitmesin istediğim, hayal gibi ama gerçek Medine misafirliğim üç gün sürdü. Gözlerimden bir yandan peşi sıra Efendimizden ayrılacağım için kalbimi perişan eden üzüntü göz yaşları akıyor, diğer yandan Allah’ ın evi Kabe’ ye kavuşacağım için sevinç göz yaşları akıyordu. Gözyaşlarım gibi duygularımda karmakarışık şekilde hiç unutamayacağım, hep yaşatacağım duygular yaşadığım bu şehirden artık ayrılmış, en kutsal şehir Mekke için yola çıkmıştım. Sonra ne mi oldu? diğer köşe yazımda görüşmek üzere.
0 Yorum:
Yorum Bırakın